Tasavvuf vahdet-i vücudu işler.
VAHDET-İ VÜCUD:Evren yaratılmadan önce tek ve mutlak güzellik vardır.İnsan Allah'ın bir parçasıdır.Ondan ayrılmıştır ve tekrar ona dönecektir.Buna vahdet-i vücud yani varlığın tek oluşu denir.
Tasavvuf inancına göre bu dünya geçicidir.Ve Allah'tan ayrılan ruh ona dönmeye çalışmaktadır.Allah'a ulaşmak için dünyevi zevklerden vazgeçip, aşkla Allah'a bağlanmak gerekir.İnasana duyulan aşk mecazi,Allah'a duyulan aşk gerçek aşktır.
Tasavvufçular Allah'a ibadetle değil sevgiyle ulaşabileceklerine inanırlar.Cennet ve cehennem önemsizdir.Onlar için cennet Allah'a kavuşma,cehennem ise Allah'tan ayrı kalmaktır.
Tasavvuf kelime manasıyla gönlünü Allah'a bağlamak demektir.
Tasavvuf vahdet-i vücudu işler.
Mutasavvıf, Tasavvuf ehli olan, herhangi bir tasavvuf yolunda mertebe katetmiş kişidir.
Mürşit: Tasavvufta tabi olunan kâmil insan örneği. (Kelime anlamı: irşad eden.)
Mürit,: Arapça kelime anlamı olarak öğrenci demektir. Tasavvufta mürşide tabi olan bireylere verilen addır.
Vird: tasavvufta bir zikir çeşididir.
Tasavvufta belirli sayıda Allah denilerek nefsin durulmasını hedefleyen zikir
çeşidine vird denirTekke:tarikat etkinliklerinin yürütüldüğü yapılardır. Tekke anlamında dergâh, hankâh, âsitane sözcükleri de kullanılır
Fenafişşeyh: Tasavvuf terimi. Bu makamda bulunan mürit yaptigi her işi şeyhinden bilir. Nereye baksa hep onu görür, daima onun huzurunda bulunduğu hissiyle ahlakını düzeltip güzelleştirir
Fenafillah: "Ölmeden önce ölmek" anlamına gelir. Tasavvuf inancına göre, evrende gerçekte Tanrı'nın vaelığından başka ebedi olan gerçek varlık yoktur,varlıklar onu gösteren birer aynadır. insan er ya da geç Tanrı'ya geri dönecektir
Pir :yaptığı işin her ayrıntısına vakıf olan usta, üstat anlamına gelen bir terim olmakla beraber Tasavvuf litaratüründe tarikat kurma selahiyeti olan evliyalara Hz. Pir denilmiştir. Pir Haktan aldığını yaşadığı zamana uygun insanlara sunan anlamını da taşır. Bu sebeple Müctehid ya da Mücedidin olarakta anılmışlardır. Zıtların ahengindeki uyumu sağlayan, herkese ve her kesime barış huzur, güven ve esenlik götüren, Allahın Rahmetine vesile olarak inanılmıştır. Çoğul olarakta Piran diye anılmışlardır..
Zübde-i âlem: Zübde kelimesi çekirdek, öz anlamına gelmektedir. Âlem de dünya, kainat, evren anlamlarında kullanılmaktadır. Bu tamlama ise, kainatın özü anlamında kullanılmaktadır. Tasavvufi anlamı olan bu terime göre, insan kainatın özüdür, kainatta ne varsa, aynı oranda insanda da vardır. Bir diğer ifade ile insan kainatla denk kabul edilmektedir. Zaten kainatın varlık sebebi de insandır.
EVRAD : Îtiyad, alışkanlık hâlinde nâfile olarak devamlı yapılan ibâdet, tesbîh ve duâlara vird (çoğulu evrâd) denilir. İmâm-ı Gazâlî; "Duâ, zikir, Kur'ân-ı kerîm okuma ve tefekkür (mahlûklardaki ve kendi bedenindeki ince sanatları, düzenleri, birbirine bağlılıklarını düşünerek, Allah'ın büyüklüğünü anlaması, insanın günâhlarını hatırlayıp, bunlara tövbe etmesi lâzım geldiğini ibadetlerini ve tâatlerini düşünerek bunlara şükretmesi gerektiğini hatırına getirmesi), sabah namazından sonra, âhiret yolcusu kulun virdi olmalıdır." demiştir. Yine İmâm-ı Gazâlî; "Okunmalarında fazîlet olduğu bildirilen bâzı âyet-i kerîmeleri vird edinip, okumak da müstehabtır. Fâtihâ, Âyete'l-Kürsî ve Bekara sûresinin son iki âyeti (Âmener-Resûlü) bunlardandır
DERGÂH: Farsça. Kapı, eşik, kapı yeri, sığınılacak yer, makam, tekke gibi mânâları vardır. Tarikat mensubu şeyhlerle, dervişlerin ikâmetgâhı olan büyük tekkelere dergâh denir. Hürmeti arttırmak için şerif sıfatı eklenerek Dergâh-ı Şerîf de denilir. Kelime hafifletilerek "dergeh" şeklinde de telaffuz edilir.
DERVİŞ: Farsça. Fakir, dilenci, dünyadan yüz çeviren, kendini Allah'a veren kişi. Tarikat mensublarının çoğu fakir olduğu için, bu isimle anıldığı ileri sürülür.
Her ilim ve sanatın kendine has terimleri ve kavramları vardır. Bütün ilim ve sanat dallarında var olan kavramlar, tarihi seyri içinde tasavvuf ilminde de var olmuştur. Diğer İslamî ilimlerde olduğu gibi, tasavvufta kullanılan kavramlar da genellikle Kur'ân ve sünnetten alınmadır. Mutasavvıfların kavramları genellikle iki maksatla kullandıkları belirtilmektedir:
1. Anlaşılması zor konuların ehli tarafından daha kolay anlaşılmasını sağlamak
2. Ehil olmayan kimselerden tasavvufî sırları gizli tutmak.(1)
Klasik tasavvuf kitaplarında makam, hal, menzil ve vakt gibi gruplara ayrılarak tasnif edilen tasavvufî kavramların bazıları aşağıda açıklanmaktadır.
Bir hadiste "ihsan" olarak ifade edilen, "Allah'ı görüyormuşçasına kulluk etmek, ya da Allah'ın bizi gördüğü duygusuyla ibadet" anlayışı, murakabe kavramına işaret sayılmıştır. Murakabe bir bakıma kalbî ve zihnî teksiftir. Gönüldeki ve kalpteki düşüncenin "Allah" zikri ve fikri etrafında yoğunlaştırılmasıdır.
"Abd" kökünden gelen bu kelime, tasavvufta Allah rızasına yönelik her türlü hareket ve davranışı içine alır. "Ben insanları ve cinleri, ‘Ben'i tanıyıp ibadet etsinler diye yarattım." (ez-Zariyat, 51/56) ayetine dayanır.(2)
TAKVA
Kelime anlamı herhangi bir "tehlikeden korunmak" demektir. Tasavvufi manada takva, kalbi günahlardan temizlemek demektir. Ehl-i hakikate göre takva, kişinin Allah'a itaatle ilahi cezadan sakınmasıdır. Bir başka ifadeyle takva, "Seni Allah'tan uzaklaştıracak şeylerden uzaklaşmandır."(3) Aynı zamanda mutasavvıflar tarafından sınırları korumak ve ahde vefa olarak da ifade edilmektedir.(4) Dolayısıyla takva için bütün iyilikleri kendinde toplayan bir haslettir, denilmektedir. Takvanın aslı önce şirkten, sonra kötü ve günah olan fiillerden, daha sonra günah olması ihtimali olan amellerden sakınmak, en sonra da fuzuli ve lüzumsuz olan şeyleri de terk etmektir.(5)
VERÂ
El çekmek, uzak durmak demektir. Haram ve yasak olan şeylere düşmemek için, şüphelilerden sakınmaktır. Bir başka ifadeyle, ağızdan kalbe giren ve çıkanın Allah ve Resul'ünün sevdiği şeyler olmasına dikkat etmektir. Resulullah (Sav) "Kişinin kendini ilgilendirmeyen şeyleri terk etmesi İslam'ı iyi anlayıp tatbik ettiğinin delilidir." (Tirmizî, Zühd) buyurmuştur.
Verâ, zühdün başlangıcı sayılır. Çünkü verâ şüpheliyi, zühd ihtiyaçtan fazlasını terk etmektir. Verâ, Kur'ân ayetlerinde geçmez. Fakat hadis-i şeriflerde çok defa geçmektedir. Hadislerde bu kavram, genellikle haram ve şüpheli şeylerden sakınmak anlamında kullanılmıştır. Sufiler, Peygamberimiz'in "Verâdan daha kolay ve sağlam bir yol görmedim." (Buhari, Buyû', 3) "Gönlüne şüphe düşüren şeyi bırak, şüphe düşürmeyene bak!" (Buhari, Buyû', 3) gibi hadis-i şeriflerini esas alarak, verânın hassasiyetle uygulanmasının, kişinin günah ve şüpheli olan şeyleri tanımasına yardımcı olacak bir sezgi ve duyuş özelliği kazandıracağını ifade etmiştir.(6) Yahya b. Muaz şöyle der: "Verânın iki şekli vardır: Zahirî verâ; Allah Teala'nın rızasından başka bir şeyin seni harekete geçirmemesidir. Batınî verâ; kalbine Allah Teala'dan başka bir şeyin girmemesidir."(7)
TEVBE
Tevbe; günahtan dönüp edip Hakk'a yönelmektir. Genellikle tasavvufi makamların ilki sayılır. Tevbe, tasavvufta şeriatın yerdiği şeyden övdüğü şeye dönmek olarak kabul edilir. (8) Peygamberimiz tevbeyi nedamet olarak tanımlamıştır. Tasavvufta tevbenin sağlıklı olabilmesi için, mazi, hâl ve istikbale ait şu üç esasın bulunması şarttır:
1. Yapılan günahlara pişmanlık (mazi)
2. Günahlardan sıyrılmak (hâl)
3. Bir daha günaha dönmemeye azmetmek (istikbal)(9)
Tevbe, bazı mutasavvıflarca üç derecede incelenmiştir:
1. Tevbe: Allah'ın azabından korkarak günahı terk etmek. Bu birinci basamaktır.
2. İnabe: Allah'ın sevap ve mükâfatına bel bağlayarak O'na yönelmesidir. Tevbenin orta noktasıdır.
3. Evbe: Hakk'ın rızasını kazanmak ve sadece O'na yönelmektir. Bu en ileri derecedir.(10)
ZİKİR
Unutmamak, hatırlamak, zihinde tutmak, yâd etmek, anmak demektir. Kur'ân'da zikir genellikle lügat anlamlarına uygun şekilde Allah'ı anmak, O'nu daima hatırlayıp hiç unutmamak manalarında kullanıldığı gibi "namaz" ve "Kur'ân" gibi anlamlarda da kullanılmıştır. Zikrin fazileti hadislerde de övülmüştür. Tasavvuf erbabı, ayet ve hadislerin aydınlığında zikri, tarikatların "üssü'l-esas"ı saymışlardır. Zikir kulun Rabbine yaklaşmasını sağlayan en büyük ibadet olarak nitelenmiştir.(11) Ancak zikrin gizli veya aşikâr yapılışı hususunda farklı görüş ve uygulamalar ortaya çıkmıştır. Tarikatlar, tarihi seyri içinde ferdî ve toplu zikre büyük önem vererek, bunun icra şekli konusunda değişik usuller geliştirmişlerdir. Toplu zikre genellikle sema, ayin, hadr gibi; ferdî zikir türleri de lisanın, kalbin, hafînin, ahfânın, sırrın zikri gibi adlar almıştır.(12)
MURAKABE
Lügat anlamı itibariyle denetlemek, kontrol etmek manalarına gelen bu kavram Kur'ân'da değişik biçimlerde geçer. Bir tasavvuf kavramı olarak murakabe, kulun gönlüne ve iç dünyasındaki duygu ve düşüncelerine Allah'ın muttali olduğunu bilmesi ve bu sebeple kalbini ilahi zikirden alıkoyacak kötü düşüncelerden arıtmasıdır. Hem içte hem dışta Hakk'a yönelmenin maksadını sürekli düşünmek demektir.(13) Bir hadiste "ihsan" olarak ifade edilen, "Allah'ı görüyormuşçasına kulluk etmek, ya da Allah'ın bizi gördüğü duygusuyla ibadet" anlayışı, murakabe kavramına işaret sayılmıştır. Murakabe bir bakıma kalbî ve zihnî teksiftir. Gönüldeki ve kalpteki düşüncenin "Allah" zikri ve fikri etrafında yoğunlaştırılmasıdır.(14) Zira murakabe, kulun Hak Teâlâ'nın her halükârda onu denetlemekte olduğunu bilmesidir.(15)
İTMİNAN
İtminan kelimesinin sözlük anlamı, sıkıntıdan sonra sükûnete ermek, karışıklıktan sonra düzelmek şeklinde ifade edilebilir. Kur'ân'da on üç yerde geçen bu kavram, kalp ve gönlün bir şeye güvenip bağlanması ve bu güvenle huzura ermesi demektir. Tasavvufi olarak itminan kalpte hiçbir şüpheye yer bırakmadan Allah'a yönelmektir. İtminan, kalbi aklına galip, imanı kavi, ilimde derinlik sahibi, zihni duru, özü sağlam kimselerin halidir.(16)
SIDK
Doğruluk, gerçeklik ve kalp temizliği gibi anlamlar ifade eder. Kelam âlimlerinin peygamberlik sıfatı saydığı bir özelliktir. Sıdk, söz, fiil ve davranışlardaki tutarlılık, iç ve dışın birbirine uygunluğu demektir. Gazzali'nin ifadesine göre sıdk, hem lisanda, hem niyet ve iradede, hem de azim ve amelde olmalıdır. Bunlardan niyet ve iradedeki sıdkın adı ihlastır.(17)
İHLAS
Temiz ve katışıksız yapmak, seçmek, gönülden bağlılık demektir. İbadet ve davranışları yalnız Allah'a has kılarak yapmak, başka düşüncelerden temizlemektir. Tevhid inancının özüdür.
İhlas, riyanın zıddı olup kalbi, temizliğini bozacak düşüncelerden uzak tutmaktır. Sehl b. Abdullah Tüsterî'nin "insanlara en ağır gelen amel" diye tanımladığı ihlasın zorluğunun sebebi, nefse ait bir pay taşımamasıdır. Cüneyd Bağdadî ihlas hakkında şunları söyler: "İhlas kul ile Allah arasında bir sırdır. Melek onu bilmez ki sevap yazsın. Şeytan ona muttali olamaz ki ifsad etsin, heva ve heves onu fark edemez ki kendine meylettirsin."(18)
SABIR
Sabır, elem, sıkıntı ve belalara sızlanmayı terk etmek demektir. Sabır tasavvufta bir makam olduğu kadar, ahlakî bir kavramdır. Sabır iki yerde olur:
a. Kulun iradî fiillerinde
b. Kulun iradesi dışında kalan bela ve musibet anında
Sabır insana has bir sıfattır. Aynı zamanda hoşa giden şeylere de sabır gerekmektedir. Nimetlere sabır, onlara bel bağlayıp güvenmemektir.(19) Sabır, bütün makamları, halleri, ahlakları, amelleri ve halleri içerir. O halde hiçbir şey sabrın dışında değildir; çünkü sabır hüküm itibariyle makamların en geneli, etki olarak huyların en kapsamlısıdır. Hiçbir şey sabır olmaksızın tamamlanmaz.(20)
Tevekkül sahibinin hali şöyle anlatılır: O, kullardan herhangi bir beklenti ve ümit içinde olmaksızın kalp sükûneti kazanmış, onların sahip olduklarını düşünerek tasalanmayı bırakmış, tamahkârlığı terk ederek kalbini her şeyi planlayan ve kalpleri şekilden şekle sokan Allah Teala'ya adamış ve her şeyin arkasında Hakk'ın olduğunu söyleyebilen kimsedir.
Lügatte, işini birine havale etmek, vekile kalpten güvenmek anlamlarına gelmektedir. Gönlünde Allah'tan başka fail olmadığı inancı taşıyan kulun O'na güvenip dayanmasıdır. Tevekkül, ilk zahid-sufilerden itibaren tasavvuf çevrelerinde değişik şekillerde anlaşılmıştır.
Mutasavvıflara göre tevekkül, bir kalp işi ve güven duygusu olması itibariyle üç derecede gerçekleşir:
a. Kulun kendi vekiline karşı itimadı gibi Allah'a güvenmesi
b. Kulun annesinden başkasını tanımayan çocuk gibi, sadece Allah'a yönelmesi
c. Kulun kendini gassal önünde meyyit, rüzgar önünde yaprak gibi Allah'a teslim etmesi
Tevekkülü, tevekkül, teslim ve tefviz diye üçe ayıranlar da vardır. Tevekkül, Allah'ın vaadine güvenmek, teslim, O'nun bilgisiyle yetinmek, tefviz de Hakk'ın hükmüne razı olmaktır.(21)
Tevekkül sahibinin hali şöyle anlatılır: O, kullardan herhangi bir beklenti ve ümit içinde olmaksızın kalp sükûneti kazanmış, onların sahip olduklarını düşünerek tasalanmayı bırakmış, tamahkârlığı terk ederek kalbini her şeyi planlayan ve kalpleri şekilden şekle sokan Allah Teala'ya adamış ve her şeyin arkasında Hakk'ın olduğunu söyleyebilen kimsedir.(22)
ŞÜKÜR
Şükür, nimeti vereni düşünüp nimetini ikrar ve itiraf ile bu ihsanından dolayı O'na hamd etmek ve o nimeti O'nun gösterdiği istikamette kullanmaktır. Bir başka ifadeyle ihsanda bulunanın nimetini ona boyun eğerek ifade etmektir.(24)Gazzali şükrü, halktan birisine padişahın at hediye etmesi örneğiyle anlatır: Böyle şanslı bir kişinin üç sebeple sevinmesi muhtemeldir: a. Ata sahip olduğu için, b. Padişah kendisini hatırladığı için, c. Bu at ile sultana hizmet etmek için.
Dolayısıyla şükür aynı zamanda Allah'ın verdiği nimeti, yine Allah'ın gösterdiği yolda ve O'na yakınlaşmaya vesile olarak kullanmaktır.(24)
RIZA
Hoşnutluk, beğenmek, izin, müsaade ve boyun kesmek demektir. İlahî hüküm karşısında kulun itirazsız boyun eğmesidir. Rıza, tasavvuf makamlarının en üstünü olarak kabul edilmiştir. İki boyutludur:
a. Kulun Allah'tan razı olması
b. Allah'ın kuldan razı olması
O, rızaya rızayla karşılık verir. Bu da ödül ve karşılığın zirvesi, ilahî lütfun zirve noktasıdır.(25) Rıza ile sevgi arasında bir ilişkinin bulunduğu bilinmektedir. Çünkü seven sevdiğinden gelen acıyı duymaz.(26) Rıza her konuda kaderin akışına teslim olmak, her hali güzel ve hoş karşılayıp Allah'ın kazasını başkasına şikayetten vazgeçmektir.
FAKR
İhtiyaç duyulan şeyin yokluğu demektir. Tasavvufta kulun kendinde bir varlık görmemesi, her şeyi Hakk'a bırakması, şahsının, amelinin, hâlinin ve makamının Allah'ın lütfu olduğunu kabul etmesidir. Her şeyin gerçek sahibi Allah'tır. Bu yüzden bütün varlıklar ona muhtaçtır.(27) Sâlik [tasavvuf yolundaki yolcu] bu makama ulaştığında ruh, başka şeylere sapma ve ilgilenme kayıtlarından kurtulur. Gerçek fakr makamına ermek, hakikate dönmek anlamını taşır.(28)
İstikamet tasavvufta genellikle keramet ile birlikte kullanılır ve "kuldan beklenilenin keramet değil, istikamet olduğu" sıkça vurgulanır. Çünkü mutasavvıflara göre istikamet, amellere hayat veren ve hallerin arınmasını sağlayan bir ruh olarak kabul edilir.
Allah'tan başka her şeyi gönülden çıkarmak, değer vermemek, ne varlığa sevinmek, ne de yokluğa üzülmek, Allah ile ganî, Allah ile Aziz olmaktır. Zühd, tasavvufun ilk şeklidir. Sufilere göre, eşyaya dair bütün isteklerin düşmesidir.(29) Bu sebeple zahid, elinde mevcut olan dünyalığa sevinmeyen ve elden çıkan için de hayıflanmayan kimse olarak kabul edilir. (30) Kısacası zühd, Allah ile olmayı önleyen her türlü masiva ve dedikodudan uzak durmak, kalpte onlara yer vermemektir.(31)
KANAAT
Elde olanla yetinmek, Allah'ın verdiğine sabredip razı olmaktır. Bir başka ifade ile çalışıp çabalayarak bütün gayretini sarf ettikten sonra, ele geçene razı olmaktır.(32) Bişr Hafî, "Kanaat bir melektir. O ancak müminin kalbinde ikamet eder." sözüyle mutasavvıfların kanaatin önem ve özelliğine işaret etmektedir.(33)
İSTİKAMET
Düzgün ve doğru hareket etmek, bir şeyin hakkını tam vererek yapmak demektir. İstikamet, haddi aşmanın zıddıdır. İstikamet tasavvufta genellikle keramet ile birlikte kullanılır ve "kuldan beklenilenin keramet değil, istikamet olduğu" sıkça vurgulanır.(34) Çünkü mutasavvıflara göre istikamet, amellere hayat veren ve hallerin arınmasını sağlayan bir ruh olarak kabul edilir.(35)
1. Nefs-i EmmâreNefs-i emmâre denilen bedbaht nefis zenginleştikçe şımarır. Bilgisi arttıkça kibri, gururu da artar. Hele bir de makam sahibi olursa artık onun yanına varmak, sokulmak ne mümkün!
Bu nefs-i emmâre denilen habis nefsi bir çocuğun haline benzetirsek pek hatâ yapmayız zannederim. Çünkü çocuk, aklı ermediğinden dolayı her canının istediğini yapmaya çalışır. Haram bilmez, helâl bilmez, her bulduğunu yemekten çekinmez.
Bu nefs-i emmâre on iki kötü huydan teşekkül eder. Başı küfür, arkası şirk, gaflet, cehalet ve bir de aslı, esası, kendini yaradana karşı kulluk vazifesi yâni ibâdeti yapmamak olan büyüklenmedir. Diğer kibir alâmetleri bu esasın yavrularıdır. O büyüdükçe bu yavrular da kendisi ile beraber büyür. Eğer ıslahına çalışmazsa böylece ölür gider. “Can çıkmayınca huy çıkmaz” dedikleri budur.
2. Nefs-i Levvâme
Bu on iki kötü huyun ikisi olan şirk ve küfüren ilim ve amel ile Hakk’ın hidâyetine mazhariyetle kurtulabilen kişi nefs-i levvâmeye geçer. Nefs-i levvâme ise diğer on kötü huyu üzerinde bulundurduğu için hiç de makbul bir nefis değildir. Kişi, ara sıra kendisine gelen nedamet ve pişmanlıklarla biraz intibah etse bile bu kötü huylar öyle kolayca atılabilmesi kabil olan şeyler değildirler ki, hemencecik iyi bir insan olsun. Bu huyların herbirisi atmak; uzun riyazetler, zikirler, ilme devam ve bir de Hakk’ın lûtfuna mazhariyetle mümkün olur ki, buna muvaffak olan bahtiyarlar nâdirâttandır desek caizdir.
3. Nefs-i Mülhime
Eğer Hakk’ın izni ile yakasını bu nefs-i levvâmeden ve onun çirkin hallerinden kurtarabilirse nefs-i mülhimeye geçmeye muvaffak olabilir. Nefs-i mülhime ise; ilim, tevazu, sabır, tevbe, şükür, cömertlik, kanaat ve tahammül gibi sekiz büyük esasa bağlıdır.
İlimsiz olmaz. Tevazu denilen şey, o da kendiliğinden olmaz. Her ne kadar tevbe etse de tevbesinde duramaz. Sabır denilen nimet kolay mı zannedersin? Herkesle geçinebilmek ve kimseyi incitmemek bu sabra bağlıdır. Sabrı olmayan kişi hemen herkesle kavga, gürültü yaparak ortalığın huzurunu kaçırır. Şükür de nimetlerin büyüğüdür. Cenâb-ı Hakk’ın sayısız verdiği nimetlere mukabil şükredebilirse “Elbette sizin (nimetinizi) artırırım” (İbrahim: 7), sırrına mazhar olarak, nimetleri arttıkça artar.
Sehâvet ise -ki, biz buna cömertlik diyoruz- bir meşiyyet-i İlâhiyye’dir. Öyle ki, sahibi fakir de olsa yemez yedirir; bu da ona yeter de artar. Kanaat da ayrı bir devlettir. İnsanın geliri çok olabilir. Fakat kanaat sahibi ise kanaati elden bırakmayarak artanları fakirlere verebilir. Bu suretle zengin ile fakir arasında bir köprü kurulmuş olur. Fakirin gözü zenginin malında olmayacağı gibi bu suretle ona hayır dua etmekten de kendini alamaz. Bu da o zengine yetmez mi? Halbuki bugün zengin ile fakir arasında aşılmaz bir uçurum vardır. Sebebi ise kanaatsizlik ile fakirleri gözlememektir. Bunu yapmadıkça da iptilâlardan kurtulmak mümkün değildir.
Sekizinci huy ise “tahammül”‘dür. Yâni başkalarından gelen ezalara sabırla mukabele edip eziyet edenleri mahcup duruma sokmaktır.
Kendisini zemmedip kerih ve çirkin sözler söyleyen birine Hasan Basrî Hazretleri gayet mümtaz hurmalardan bir tabak dolusu hurma ikram eder. Bunu alan o zavallı da yaptıklarına pişman olur ve özür diler. Eğer Hasan Basrî Hazretleri, kuvvet ve kudret sahibi bir bahtiyar olduğundan ona cezalar verseydi bu nedamet ve pişmanlık olmazdı.
4. Nefs-i Mutmainne
Bu nefs-i mülhime, oldukça mühim güzel huyları cami ise de ehl-i insaf, bunları da olgun insanlar arasına sokmamışlardır. Çünkü bunların ilmi var ise de amelleri kusurlu olduğundan olgun insanlar arasına sokulmamıştır. Eğer Allah Teàlâ’nın yardımı ile bunu da atlayabilirse -ki çok riyazet ve ibâdete muhtaçtır- ve nefs-i mutmainneye burada ilim yanında amel de vardır. Sonra her hususta Hakk’a tevekkül eder, açlığa ve riyazete devamla beraber ibâdetini de arttırır. Derin düşüncelere dalar ve bu dalma ile envâ-ı çeşit elmas ve yakut misilli cevahirleri toplar ve etrafındakilere de serper. Bu kadar güzel huy sahibi ve nefs-i mutmainne derecesine ulaşmasına rağmen işin canı olan ihlâssızlık korkusu burada da mevcûd olduğundan, her ne kadar kemâl mertebesine yaklaşmış ise de kurtulup nefs-i râdiyyeye kavuşmaya çalışması lâzımdır.
5. Nefs-i Râdiyye
Nefs-i râdiyye sahibi ihlâslı, boş konuşmaz, zikirle meşgul, zühd sahibi ve verâ denilen şüpheli şeylerden de son derece kaçıcı olur. Bu suretle de Cenâb-ı Hakk’ın sayısız ve çeşitli kerametlerine mazhar olur. Bu nefsin sahibine ehl-i kemâl demek yaraşır. Cenâb-ı Hak cümlemize bu güzel huyları nasib eylesin. Amin...
6. Nefs-i Mardiyye
Bundan sonraki nefis mertebesine, nefs-i mardiyye derler ki bu derecede, kul Allah’tan, Allah da kuldan razıdır. Bu mertebede olanlar Allah’tan gayriyi düşünmezler ve Allah’ın mahlûkuna lûtf ile muamele ederler. Gayeleri Allah Teàlâ’ya yakın olmaktır. onun yarattığı bütün eşyalardaki hikmetleri düşünür ve onun taksimine daima razı olduklarından marifetullah kapısı da kendilerine açıktır.





Hiç yorum yok:
Yorum Gönder